18 Mart 2011 Cuma

Gerçeklik ve hayal

Bazen bana "çok fazla Amerikan dizisi seyretme,burada hayat öyle değil" diyorsunuz ya,benim elimden gelmiyor bunu yapmak.İzlediğim dizilerin içinde -daha doğrusu en çok beğendiklerimin içinde- hep ilişkiler üzerine kurulmuş bağlar oluyor ve ben kendimi kaptırmadan yapamıyorum.Herkesin bir şekilde-hediye alarak ya da herhangi bir hatayı örtbas ederek-birbirini kolladığı, koruduğu; ailenin değil ama insanlar içindeki bağların daima galip geldiği bir hayat istemek ya da en azından bunun hayalini kurup içinde yaşamak çok da zor olmasa gerek.Birden kendimi koskoca bir masada buluyorum.Herkes her zaman gülmese bile,herkes birbiri için orada.Oturmuşlar,konuşuyorlar,yeri gelince büyükler çocukların davranışlarından büyüklüğün nasıl olması gerektiğini öğreniyorlar yeri gelince de çocuklar,çocuk gibi olmanın nasıl bir şey olduğunu büyükleri izleyerek anlıyorlar.Sanırım gerçek hayat pratikte bu kadar kolay olmuyor.Ne de olsa bir dizideki sahneyi yazan 10 tane senarist ve bu kurgunun gerçekleşmesi için yeniden çekilen birbirinin aynı 20 tane sahne var.Biz olaylar karşısında tek başımıza hareket edip,beğenmediğimiz sahneyi yenden yaşama gibi bir lükse sahip değiliz ama yine de tüm bunların hayalini kurup,daha fazlasını istemek,hele bir de gerçekleşirse hoplaya zıplaya bu hayali kutlayabilmek mükemmel olmaz mı?

Müzik ve onun Evi

Her bayramda aile büyüklerini ziyaret etmeye giderdik annemle.Anne tarafının tam takır oturduğu bir bayram sofrası;Anneanne,dede,dayımlar ve teyzemler.Geleneksel kahvaltı ve bayram muhabbeti hep arkasından gelen bir kavgayla devam ederdi.Çok sıkıcıydı bu yuzden benim için bayram ziyaretleri.Bir bayramda biraz geç kalmış ve kahvaltıyı kaçırmıştık.Sanırım sene 96 ya da 97.Harun dayım odasında müzik dinliyordu.Daha doğrusu konser videosu seyrediyordu.O gün ben de gittim oturdum ve beraber seyretmeye başladık.Sonra Murat dayım da geldi.O sırada High Hopes çalıyordu.Dayım sordu "Emre, Americans mı diyor?" O sıralar anlamamıştım,galiba dayı demiştim.Meğer "beyond the miracles" diyormuş.O gün bütün konseri izledik.Sonra video kaset bitti.Herkes gidince ben videoyu başa alıp yenden izledim.Konser başındaki "Pink Floyd at Earls Court" "David Gilmour","Rick Wright" yazıları beni öylesine etkilemişti ki o günden itibaren müziği bir başka dinlemeye başladım.Çünkü amatörce dinlediğimden olsa gerek sadece vokaller ve gitarı fark etmiştim o zamana kadar.Ama sahnede bir sürü insan vardı ve hepsi konser boyunca sürekli bir şeyler çalıyorlardı.Ama ben bunları duymuyordum fakat duymalıydım,çünkü görüyordum.Demek ki bunların da katkısı vardı! Sonra aradaki diğer enstrümanları seçmeye başladım.İşte o zaman hayran kalmıştım.Ama ne yazık ki benim evde ne video oynatıcım ne de bilgiyarım vardı.Hatta mp3 çalar ya da bilgisayar olmadığını düşünürsek,gerçek anlamda dinleyebileceğim hiçbir şeyim yoktu.O andan itibaren sürekli dayımlara gidelim diyordum anneme.Hatta okuldan çıkınca otobüsle bizim dükkana gidip,bütün gün anneme yalvarıyordum ,n'olur bugün anneannemlere gidelim diye.Gittiğimizde de kimsenin suratına bakacak vakit bulamadan oturma odasında konser videolarını seyrediyordum.Sadece 2 tane vardı; Dire Straits - Alchemy ve Pink Floyd - Pulse.Hala en sevdiğim iki konser albümü bu ikisidir.O ev de benim için yeni keşfettiğim "gerçek müziğin" eviydi.Artık o ev gittiğim her yerde.